30 Nisan 2009 Perşembe

Duyuru - Kot Taşlama İşçileri - Silikozis


Bu yazıyı http://www.fotoiz.com/ 'un editörlerinden Sayın Erdal Kınacı'nın yazdığı köşe yazısından aldım.Yazıyı olduğu gibi buraya aktarmak istedim.Çünkü yazıya konu olan problemin geniş kitlelere duyurularak belki çözüm bulunur diye umuyorum...
Bu yazıyı okuyanlar da lütfen kendi blog ya da sitelerinde yayınlasın.Belki kanayan yaraya melhem olur bir nebze..Konuyla ilgili link alttadır..
Bir gurup gönüllü avukat doktor sendikacı ve işçinin çok ciddi bir dram ve insan hakları ihlali karşısında gösterdikleri dayanışma ve mücadeleyi bir yıldır olabildiğince takip ettik. Toplanan görüntüleri kurguladık. Bu film dayanışma ve mücadelenin bir kaydıdır.


Petra Holzer, Selçuk Erzurumlu, Ethem Özgüven
Leyleğin yuvadan attığı yavruları; kot taşlama işçileri
İzlediğiniz her şey kadar gerçek, yaşamın vaat ettikleri kadar sıradan bir yaşamdı benimkisi…
Sizin için rakam olan, yanındaki sıfırlarla çoğalttığınız yaşamlarımızı değişim rüzgârlarına yitirdik…
Kaç bin olsun, kaç yüz daha ciddi bir kamuoyu yaratmak için bilemem ama birimizin canı, bir anlam ifade etmedikçe bizi unuttunuz…
Biz yeni düzenin değişim rüzgârlarıyız...
Soğuk esen ve insanı düzenin gerçekliği ile buz gibi çarpan…
Şimdi yaşam hikâyelerimiz yerine ölümlerimizi konuşurken yakaladık sizi…
Bir gaz odasında kaybettim yaşamı…
Değişimi vaat edenlere hizmet etmek için yola çıktığım kentin basık havasız bir atölyesinde ciğerime dolan zehirle yaşamak için çalışırken kaybettiniz beni…
Beni ölüme götüren değişim rüzgârlarıydı…
Yeni düzende herkese yer vardı, katı olmadan buharlaşan yaşamlarımız adına inandık bu vaade…
Bu vaatle avuttuk işsizlerimizi, topraksızlarımızı…
Köylerimizden kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan gencecik bedenlerimizle çıktık yola…
Zonguldak tan, Siirt ten, Erzurum dan, Tokat tan, Bingöl den, Çorum dan İstanbul a gelmiştik…
Öyle ışıklı öyle güzel caddelerden geçerek geldiğim köyümün benzeri varoşlardı…
Ekmek için, ekmeğimin peşinde Sultançiftliği nde, İkitelli de, Küçükköy de, Halkalı da, Alibeyköy de, ne 8 saat çalışmaya, ne sigortaya, ne sendikaya bakmaksızın binlerce saat çalıştık hep birlikte…
Yaşama dair hatırladım tek şeyin çalıştığım tozlu atölyede, sıcak bir ev özlemiyle gün doldurduğumdur…
Atölyede tek kanun vardı “işleri yetiştirmek için durmadan çalışmak”…
Sadece çalışmak için yaşadığımız İstanbul da gizli bir elin sakladığı değişim rüzgârının sessiz yaprakları gibi kimseye dokunmadan giden yaşamlarımızı bu rüzgâr bir kez daha savurdu…
Bilmem kaç ay dayanabildi ciğerlerim tozla karışık kum parçalarına…
Her gün daha sert esen değişim rüzgârları sanki hep bana karşı esiyordu…
Ne çok çalıştım günler boyu karanlık izbe bir atölyede…
Elime tutuşturulan bir liralık ince sarı maskenin ne faydası vardı bilemedim…
Üstelik bin kot yaptığımız günleri bilirim, ağrılarım arttı nefesim tıkandı…
Doktora gitmek için ne sigorta ne para hiçbir çare bulamadım, bir esir kampına dönmüştü yaşam…
Ve esir kampının gaz odasında yaşamımı bırakıp gidemedim, köyüme çaresizce döndüm. Bir döşekte ölüme terk edilip, o büyük ilanların altında kaldı bedenim…
Sigortasız, iş güvencesiz çalıştığım zaman boyunca başıma gelecekleri bilmedim, bildiğim zaman çaresiz, çocuklarımın gözleri önünde ölümü beklemeye başlamıştım, yavaş yavaş eriyerek…
Işıltılı şehrin güzel mağazalarına yaraşan kotları beyazlatırken, ben yavaş yavaş eridim…
Ben erirken siz bilinen markaların modası sandınız taşlanmış kotlarınızı almak için mağazalara girdiniz.
Bilemezdiniz her kotta bir yaşam vardı.
Şehirde binlerce işçi gece- gündüz birbirine karışan vardiyalarda çalışmıştık.
Yeni bir dönem açılmıştı, ihracatta rekorlar, yerli taşeronlar ve çok uluslu firmalarla esen değişim rüzgârları vardı, bizden yana esti sandık, inanmak için tek neden “ekmek”ti. Ekmek kana bulandı; kocaman reklamlar, afişler arasında emeklerimizle özdeşleşen yaşamlarımız ufacık bir yer bulabildi sütunlarda…
Değişim rüzgârıyla yelkenlerini doldurup engin denizlere açılan, tekstil atölyelerinde, tersanelerde, maden ocaklarında, dökümhanelerde, fabrikalarda binlerce faili meçhulün ardında kalan emekleriyle ihracat şampiyonu olan işadamlarına, politikacılara ve yaşananlara susarak göz yuman vatandaşlara soramadım:
Bizim yaşam nereye düşer?
Başak Ergüder

1 yorum:

  1. ben yıllaraca modelist olarak çalıştım. Bu taşlanmış kotlar geldiğinde tüm atölye öksürmeye kaşınmaya başlardı. Bana da alerji miras kaldı o günlerden.Korkunç bir şeydir.

    YanıtlaSil

Siz mesajınızı bırakın, ben haber veririm :)
Gününüzün güzel geçmesi dileklerimle...
GÜLTER ÖZGÜR